Hazreti Mevlâna’nın yazdığı Mesnevi kitabı bilgilendirici, yol gösterici olması hasebiyle şüphesiz hepimizin özümseyerek okuması gereken, kitaplığımızın da en ön raflarında olmalıdır dediğimiz bir kaynaktır. Ciddi anlamda üniversite yıllarında okumaya başladığım Mesnevi, içeriğinde bulunan ifadeler yönünden beni hayli şaşırtmış, bilhassa engellilere yönelik hikâyeler benim Hazreti Mevlâna’ya karşı merakımı artırmıştı.

Derinlemesine inceleyince anladım ki, ifade edilen engellilik kavramı, biz okuyuculara farklı çıkarımlarda bulunmamızı sağlıyor. Bu hikâyelerden, körlükle ilgili olan birkaçına değinmek istiyorum.

“Bir şeyh kör bir adamın evine misafir oldu. Bu fakir misafir kör adamın evinde bir Mushaf gördü.

Her iki zahid bir kaç gün beraber bulundular. Şeyh kendi kendine “Burada Mushaf’ın ne işi var; bu derviş kör?” dedi. Bu düşünce ile aklı karıştı. Burada bu kör dervişten başka kimse de yok” diyordu. Burada kör derviş yalnız bulunuyor Duvarda da Mushaf asılı duruyor. Ben, ev sahibine bunun sebebini soracak kadar sersem ve bunak değilim. Acaba sorsam mı? Hayır, susayım, sabredeyim de muradıma ereyim” Bu merak ve sıkıntı içinde birkaç gün sabretti, sonunda iş aydınlandı. Çünkü sabır, ferah ve neşenin anahtarıdır.

Bir gece yarısı Kur’an sesi işitti ve uykudan sıçrayıp kalktı, şu şaşılacak hâli gördü. Kör ev sahibi Kur’an’ı yanlışsızca okuyordu. Artık sabredemedi ve kör adamdan o hâli sordu. “Körlerin gözleri görmediği hâlde, nasıl olur da Kur’an’ı okuyorsun? Nasıl oluyor da satırları, harfleri görüyorsun? Hem de eğilmişsin, okuduğun satıra bakıyorsun; elini ayetlerin harfleri üzerine koyuyorsun? Okudukça parmağını yürütüyorsun, harflere bakıyorsun; herhâlde onları görüyorsun?”

Kör adam misafir şeyhe dedi ki; “Ey insan bedeninin ne büyük bir sanat eseri olduğunu bilmeyen kişi! Bu hâli, Allah’ın yaratma gücü ve kudreti için çok mu görüyorsun da şaşırıyorsun? Ben Allah’a yalvardım da “Ey kendinden yardım dilenen Rabbim!” dedim” Bir kimse canına ne kadar düşkünse, ben de Kur’an okumaya öylesine düşkünüm. Hafız da değilim, okuyacağım zaman gözlerime kesintisiz bir nur ver. Rabbim Mushaf’ı elime aldığım zaman gözlerimi bana ver de ayetlerini apaçık, duraklamadan, yanlışsız okuyabileyim!” Allah’tan bana bir ses, bir nida geldi. “Ey Kur’an âşığı! Ey ibadet eden, iyi işler yapan, insanlara yararlı olan, ey her zahmette, her dertte bizden ümidini kesmeyen kulum... “Ne zaman Kur’an okumayı istersen yahut dinî kitapları okumayı dilersen, Ey üstün varlık, kitabı eline alınca onu rahat okuman için gözlerini, yani görme yeteneğini sana vereceğim.” Dediği gibi de yaptı. Okumak için Kur’an’ı açtığım zaman görme yetime sahip oluyordum.

Bu hikâyede gözleri görmeyen bir kişinin Kur’an okumayı çok istemesine bağlı olarak Allah’a yalvarıp görme yeteneğini o an geri vermesini arzu etmesi ve isteğine kavuşması, engelli bireyin sınırlılıklarına rağmen istek, azim, çaba, eğitim, dua vb. durumlarla içinde bulunduğu hâli belli ölçüde aşarak kendini ifade edebilme gücünü elde edebileceğinin dolaylı bir şekilde anlatılması söz konusudur.

Genelde engelli birey, gerek çevresinin olumsuz tutum ve davranışları gerekse kendi yetersizliği sonucu oluşan zorluklar sebebiyle sahip olduğu sınırlılıkları aşacak gücü hissetmeyebilir. İçinde bulunduğu hâli kendine engel görüp yapabileceği hatta herkesi hayrete düşürecek şekilde beklenenden öte davranabilme imkânını ortaya koyamayabilir.

Diğer bir hikâye de ise; “Bir köpek köyde kör bir dilenciyi gördü, üstüne saldırdı, hırkasını yırttı. Kör, köpeğe dedi ki; “Şu anda senin arkadaşların, dağda av peşinde koşmadalar. Senin cinsinden olanlar, dağda yabani eşek tutmada, sense köyde kör bir adamı yakalamadasın.” Mesnevi’deki bu hikâyede toplumda kişinin, esas görev ve sorumluluklarını bırakıp kendisini ilgilendirmeyen veya ilgilendirmemesi gereken şeylerle meşgul olmasının gereksizliği hatırlatılarak temel görev ve sorumlulukların yerine getirilmesinin gerektiği üzerinde durulmuş ve bunun varlıklar arasındaki ilişkiyi daha anlamlı ve olumlu yönde kılacağı vurgulanmıştır. Engelli birey açısından ise bu hikâye toplumda engelliye karşı bazı insanların yapmaları gerekenleri, asli görev ve sorumluluklarını unutup onun yerine engellinin fiziksel görünüşü, özür durumuyla ilgilenip gereksiz, olumsuz tutum ve davranışlar sergilediğinin farkına varılmasını sağlayıcı niteliktedir.

Örneğin görme engelli bir öğretmen var, derslere giriyor, fakat sınıf yönetiminde düşük performans gösteriyor, engeli olmayan bir öğretmende okulda öğrencilere karşı sergilediği yönetimiyle başarısız tutumuyla okul idaresince ve velilerce kabul görmüyor. Fakat görme engelli öğretmenin başarısızlığı engeline bağlanıyor, görme engelli oluşu eleştiriliyor.

İki kör hikâyesinde ise;

“Kör bir dilenci vardı ki o “Ey insanlar, ben de iki türlü körlük var. Bana iki kat acımanız lazım. Adamın biri; “Biz senin bir körlüğünü görüyoruz. Öbür körlüğün nedir? Bir de onu göster” dedi.

Dilenci dedi ki; “Sesim çirkin ve kötü. Kötü sesli oluşla, körlük iki kat artmada. Çirkin sesim gam kaynağı oluyor yani sesim herkesi sinirlendiriyor. Benim kötü ve çirkin sesim yüzünden halkın bana karşı duyduğu acıma hissi azalıyor. Çirkin sesim nereye ulaşıyorsa, nereye gidiyorsa öfke doğuruyor, Gam veriyor, kin uyandırıyor. İki körlüğe iki kat acıyın, böyle bir yere sığmayan, yeri yurdu olmayan bu fakiri gönlünüze sığdırın.

Onun bu şikâyeti üzerine sesinin çirkinliği azaldı. Yani unutuldu. Herkes, bütün halk ona acımaya başladı. O fakir sırrını söyleyince, gönül sesinin güzelliği onun çirkin sesini güzelleştirdi.

Bir adamın gönlünün sesi de çirkin olursa, yani kötü ahlaklı olursa, kendini beğenirse, kendi kusurlarını görüp, onları itiraf etmezse, o zaman üç körlük bir araya gelir. (Ahlakı kötü, kör, sözü çirkin) Bu üç körlük ömrü boyunca devam eder gider de, onu merhametten uzaklaştırır. Kimse ona acımaz.

Bir başka hikâye ise;

Sebe şehri, çok büyük bir şehirdi. Öylesine büyüktü ki, büyüklüğü bir tepsi kadardı. Bu ulu ve büyük şehir, çok uzun olmasının yanında, çok da sağlamdı. Ama sağlamlığı bir soğan kadardı.

Sebe şehrinde sayısız insan ve diğer canlılar yaşardı. Fakat hepsi üç kişiden ibaretti. Onlardan biri kör, biri sağır, diğeri de çıplaktı.

Bir gün üçü bir aradayken kör: "Bakın şu taraftan atlı askerler geliyor. Hangi milletten, kaç kişi olduklarını görüyorum" dedi.

Sağır: "Evet evet, ben de seslerini duyuyorum, gizli açık ne konuşuyorlarsa işitiyorum" dedi.

Çıplak: "Eğer buraya gelirlerse şu uzun eteğimden keserler diye korkuyorum" diye söyledi.

Kör: "İşte yaklaştılar, haydi bizlere zararları dokunmadan kaçalım" diye arkadaşlarını uyarınca,

Sağır: "Evet, gürültüleri iyice yaklaştı" dedi.

Çıplak: "Haydi onlar bizi soymadan uzaklaşalım buralardan" diyerek harekete geçtiler.

Birlikte panik hâlinde şehri terk ederek, bir köye sığındılar. Karınları iyice acıkmıştı. O köyde, çok semiz bir kuş buldular. Fakat kuşun zerre kadar eti yoktu. O kuşu, oturup yediler. Karnı doymuş filler gibi şiştiler. Şişmanladılar. Âdeta birer fil gibi irileştiler. Dünyaya sığmayacak bir duruma geldiler. Daha sonra, o kocaman gövdeleriyle bir kapı çatlağından geçerek kayboldular.

Bu hikâyedeki sağır; hayattan çok şey isteyen, gözü doymayan, başkalarının ölümünü duyup kendi ölümünü düşünmeyen insandır. Uzağı gören kör de, hırs sahibi insanı temsil eder. Hırs sahibi insanlar kendi ayıplarını görmez, başkalarındaki kıl kadar hatayı araştırıp, ortaya dökerler. Çıplak ise, gözü dünyadan başka bir şey görmeyenlerin durumuna örnektir. Dünyaya çıplak gelip, çıplak gideceğini bilen insan, nasıl olur da dünyevî kaygılarla kendini helâk eder? Dünya hayatı bir rüyadan ibaret olduğu gibi, dünyada servet sahibi olmak, rüyada define bulmaya benzer.

Mesnevimizde üzerinde duracağımız son hikâyemiz de;

Vaktiyle Hintliler bir fili karanlık bir ahıra koyup halka göstermek istediler. Bir sürü insan hayvanı görmek için gelip ahırın kapısına dayandı. Ama ahır, göz gözü görmeyecek kadar karanlık olduğu için, hiçbir şey göremediler ve elleriyle fili yoklamaya başladılar. Biri eline hortumunu ele geçirdi, "Bu bir borudur" dedi. Başka biri kulağını ele geçirdi" Fil bir yelpazeye benziyor" dedi. Bir başkası bacağından tutarak," Bu bir direk olmalı" dedi bu hayvan. Bir başkası da sırtına dokunarak " Padişahın tahtına benzetti garibi! Herkes neresini elleyip ne sandıysa hayvanı, tanımı da ona göre oldu. Her birinin görüşleri farklı olduğundan sözleri de farklı oldu. Bir “a” derken öbürü “b” diyordu. Herkesin elinde bir ışık olsaydı. Her sözde bunca ayrılık olmazdı Duygu gözü ancak avuca, ancak köpüğe benzer, Avuç bir fili nasıl kavrayabilsin? Denize bakan göz başkadır, Köpüğe bakan gözden. Köpüğün gözüyle değil denizin gözüyle bak sen!

Mevlânamız birçok hikâyeyle hakikati gözümüzün önüne sermiş, görmeyen gözlere, farkındalıkları mana içinde manayı vererek ortaya koymayı bilmiştir. Mesnevi’de Körlükle ilgili kullanılan cümleler ve hikâyeler fazla olsa da biz bu beş hikâyeyi ve muhtevasını zikretmek istedik.

Kaynakça:

1.      Kula Naci, Mesnevi’de Bedensel Engelli Örneklerinin Yer Aldığı Hikâyeler ve Engellilerin Sorunlarıyla Baş Etmesinin Rolü. Akademik Araştırmalar Dergisi, 2007-3, Konya.

2.      Vakkasoğlu V., 2013, Aşk Çağlayanı Mevlâna, 36 baskı, Nesil yayınları.

3.      Zeren M., Mesnevi’de Geçen Bütün Hikâyeler, İstanbul, Semerkant yayıncılık.

4.      Baydın, M. (2008), Mevlâna’dan Öyküler, Ankara: Tutku Yayınevi

5.      Güzel, Ahmet, Mevlâna’nın Çağımıza Tesirleri, İstem (10 Aralık 2007), 169-190.

Selman DEVECİOĞLU