3 Aralık Dünya Engelliler Günü’nü geride bıraktık. Türkiye’mizde ve ilimiz olan Sivas’ta birçok etkinlik düzenledik. Pandemi nedeniyle bu etkinliklerin bazıları online, bazıları ise az kişiyle kamu kurum ve kuruluşlarını ziyaret ederek icra edildi. Her yıl engelli arkadaşlarımız belirli günler ve haftalarda bir uğraş içine giriyorlar, engelli farkındalığı için seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Ülkemizde 2000’li yıllardan sonra engellilik anlamında büyük adımlar atılsa da değişen zamanın, gelişen teknolojinin getirdiği eksiklikler, engelli olmayanlarda oluşan ön yargının çıkardığı engeller bir kaya gibi karşımızda durmaktadır. Ama bizler dünya ve ülkemiz tarafından engellilere ayrılan günlerde ve fırsat bulduğumuzda engelliliği ve bizim için yapılması gerekirken yapılamayanları anlatmaya devam edeceğiz. Bugüne kadar yanımıza engelsiz arkadaşlarımızı kattık. Engelsiz gençler, programlarımızda bizlere destek oldular. Hiçbir karşılık beklemeyerek gönüllerini ortaya koydular. Kurslarımızdan yararlandılar, farkındalık sohbetlerimizden faydalanmaya gayret gösterdiler. Gelecek iş yaşamlarına tecrübelerini katmak istediler. İnşallah amaç ve hedeflerine ulaşırlar, istihdam noktasında güzel yerlere gelirler. Devletimiz ve özel sektörümüz kurslarda bulunmuş, emek harcamış, sertifikalara sahip arkadaşlarımıza imkân tanırlar ve kendini geliştirmiş arkadaşlarımıza kadrolarında daha çok yer verirler temennisinde bulunuyoruz. Ümidimizi kaybetmeyeceğiz. İki tane hikâyeyle vazifemizin ciddiyetini, amacımızın gerçekleşeceğine inancımızı vurgulayacağım.

Şeyh Semerkandî Hazretleri talebesine şu kıssayı anlatmıştır. “Fakir bir genç zamanın mürşid-i kâmiline giderek talebe olmak ister. O da memnuniyetle kabul eder. Yapacağı işleri sıralar. Birinci vazifesinin kendi evinin önündeki kayayı ittirmek olduğunu ifade eder. Bu vazifesini Allahuteala’nın rızası için tam yaptıktan sonra, ikincisini ondan sonra verip üçüncüsünü bildirip ilerlemeye devam edeceklerini söyler. “Bundan böyle yolun tam ortasındaki taşı ne yap ne yap ittir, usanmadan vazifen taşı bütün kuvvetinle ittirmektir” der. Mürşit hocasının emrine baş göz üstüne diyerek görevine dört elle sarılır. Vakit kaybetmeden kayayı itmeye başlar. Ertesi gün ve takip eden günler birbirini kovalamış. Güneşin doğuşundan batışına kadar talebe taşı ittirmiş ama kayayı kıl kadar yerinden oynatamamış. Aylar süren çabalara rağmen, maalesef kaya olduğu gibi duruyormuş. Her defasında kulübesine yorgun argın dönerken çabalarının boşa olduğunu düşünmeye başlamış. Artık onun şevkinin kırıldığını hisseden şeytan hemen harekete geçmiş. Ve kalbine vesvese vermiş gence; “Ne kadar zamandır bu kayayı itip duruyorsun? Bak bir milim bile kımıldamadı. Kendine boşu boşuna eziyet ediyorsun. Şimdiye kadar anlaman lazımdı. Salak mısın? Onu yerinden oynatman zaten mümkün değil.” Böylece gence vazifesinin yerine getirmesinin imkânsız olduğunu dolayısıyla muvaffak olamayacağı hissini aşılamaya çalışmış. Yorgunluğuna bir de bu çeşit vesveseler ilave olunca şevki kırıldığı gibi ümidini de kaybetmeye başlamış. Bu taze mürit, “Neticesi belli olmayan bir iş için niye paralanıyorum ki” diyerek kendi kendine söylenip aldatıldığına kahırlanıyormuş. Bundan sonra azıcık bir kuvvet harcayacağım niyetiyle, fazla yorulmadan dostlar alışverişte görsün kabilinden uğraşmış. Hocasının sözü yere düşmesin, sorduğunda yapmadım etmedim dememek içinmiş bu yaptıkları da… Bu kadar da fazla kocaman kaya yerinden kımıldamayacağına göre düşüncesindedir ve mürit kararını hocasına açmak için ziyaretine gitmiş. Fakat bir türlü meramını anlatamamış. Ne o cesareti varmış ne de hissiyatını ifade edecek sözleri. Sanki lal olmuştu dilleri. Kalplerin casusu mübarek hocası, hal hatır sorduktan sonra, taze talebesine; “Demek uzun zamandır, durmadan dinlenmeden benim verdiğim vazifeyi yaptın öyle mi? diye sormuş. Mürit, hocasının içinden geçenleri okumasını tahmin etmeden kısa bir tereddüt geçirse de dilinin çözülmesine de fırsat olmuş. Ve bekletmeden cevaplamış. “Evet efendim buyurduğunuz gibi hareket ettim. Bütün gücümle, kuvvetimle çalıştım. Taşı zorladım ne mümkün kıl kadar bile kımıldatamadım. Niçin böyle, niçin muvaffak olamıyorum?” Mübarek efendi babacan tavrıyla şefkatle cevap vermiş; “Bak evladım bir müddet önce, sana vazife vermiştim sen de seve seve kabul etmiştin. Görevinin kayayı bütün kuvvetinle itmek olduğunu söylemiştim. Onu yerinden oynatmanı söylememiştim. Şimdi tükendiğini, muvaffak olamadığını söylüyorsun. Kendine bir bak bakalım, kolların daha da kuvvetlendi. Pazıların sırtın ağırlığa dayanıklı hâle geldi. Bacakların kalınlaştı ve güçlendi. Taşı itmeye başladığından çok daha marifetlisin. Şimdi hiçbir şeye yaramadı diyemezsin. Senden istenen, emre itaat etmendi. Kayayı yerinden oynatacak olan Allahuteala’dır evlat” sözüyle müridin gönlündeki vesveseyi kaldırıvermiş. Hatasını anlayan genç ertesi gün asli vazifesinin kayayı yerinden oynatmak değil, onu var kuvvetiyle itmek olduğunu düşünerek verilen görevi yerine getirmek için aşkla, şevkle işe başlamış. İkinci gün, üçüncü gün derken kaya birden yerinden kımıldamış. Adam aynı adam, kuvveti aynı olmasına rağmen şeytana değil hocasına peki diyerek başarılı olmuştu. O zaman kayayı yerinden kımıldatanın kendisi değil, Allahuteala olduğunu anladı. İnandı ve iman etti”. Karşımıza muzır maniler çıksa da pes etmek yok. Mükâfata kavuşacağımıza inanacağız. Belki sonunda padişahın ihsan ettiği altınları elde ederiz.

Bir zamanlar bir kral, şehri saraya bağlayan yolun üstüne kocaman bir kaya koydurmuş. Kendisi de pencereye oturup “Bakalım neler olacak” diyerek bu kayayı izlemeye başlamış. Gel zaman git zaman; ülkenin en zengin tüccarları, kervancıları, saray görevlileri, sanatkârları, bilim insanları, kralın yolundan pek çok kesimden pek çok kişi gelmiş, geçmiş.
İşin garip tarafı bu insanların hiçbirisi kayayı kaldırmaya yeltenmeden, kayanın etrafından dolaşıp saraya girmişler. Hatta bu insanların çoğu kralı bağıra bağıra eleştirmişler:
       – “Halkından bu kadar vergi alıyorsun ama daha kendi sarayının önündeki yolu bile temiz tutamıyorsun.”
       En sonunda saraya düzenli olarak sebze ve meyve getiren bir köylü çıkagelir. Yoldaki taş / kayayı görünce ilk başta o da şaşırır. Daha sonra sırtındaki küfeyi yere indirir. Bu taşı kaldırayım da kimsenin ayağına, hayvanına, arabasına takılmasın, diye düşünür.
İki eli ile kayaya sarılıp, ıkına sıkına onu itmeye başlar. Sonunda her ne kadar kan ter içerisinde kalmış olsa da kayayı yolun dışına itmeyi başarır. Tam küfesini almaya yeltenirken bir şey dikkatini çeker: Aman o da ney öyle? Yolda kayayı çektiği yerde mini bir çukur vardır. Çukurda da bir kese altın ve bir de kraldan bir not. Kralın notunda ise şu yazmaktadır: “Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir… -Kral” Kralın Yolu: Yoldaki Taş hikâyesinde dikkat edersek sadece şikâyet eden insanlar hiçbir şey elde edemezken, (belki içten içe şikâyet etse de) sorunları çözmeye çalışan insanlar ödüllendiriliyor. Yalnız; dikkat edin, şikâyet etmeyi değil, hiçbir konuda harekete geçmeden oturduğu yerden sadece şikâyet etmek eleştiriliyor.
      Hayatın bize nerede ne tür bir sürpriz yapacağını bilemeyiz. Emeklerimizin karşılığını ya bu dünyada ya da öteki dünyada sevap olarak alacağımıza kendimizi inandıracağız. Biz eksiklikleri ve yanlışlıkları kırmadan, incitmeden dillendireceğiz. Usanmak yok. Vazifemizi yapıp, vazife-yi ilahiyyeye karışmayacağız.