DEĞIŞEN DÜNYA MI, YOKSA INSANLAR MI?
Rahmetli Ali Avaz’ın bir türküsünü dinlemiştim bir gün… Sözleri öyle bir sitemle yoğrulmuştu ki, insanın yüreğine taş gibi oturuyordu:
“İşe güce bakmaz zaman gençleri,
Kahvelerde tavla atmak işleri,
Genç yaşında dökülüyor dişleri,
Dünya değil, insanları değişti…”
Gerçekten de öyle miydi? Dünya mı değişti, yoksa biz mi yabancılaştık kendi ellerimizle kurduğumuz hayata?
Her şeyin son sürat aktığı, zamanın bile yetmediği bir çağdayız. Birkaç yıl önce dünyada bütün insanların evlere kapandığı, “Ne olacak?” diye tedirgin olduğu Korona sonrası başka bir zamana uyandık sanki. İnsanlar “değişim” dedi ama bu değişimin içi boş kaldı. Belirsizlik büyüdü, huzur küçüldü.
Suçu hep başkalarına atmaya çalışıyoruz. Yaşlılarımız gençleri eleştiriyor, gençler dünyayı suçluyor. Herkes bir suçlu ararken, kimse aynaya bakmıyor.
Bir rivayet anlatılır:
Hazreti Nuh’un zamanında bir kadın çocuğunu kaybeder. Ağlar, sızlar, öyle çok üzülür ki, bu feryadı Nuh Peygamber’e kadar ulaşır. Hazreti Nuh gelir, acısını paylaşmak ister, sorar:
— Ey kadın, niye bu kadar ağlıyorsun?
Kadın cevap verir:
— Oğlum dün gece vefat etti.
Hazreti Nuh sorar:
— Oğlun kaç yaşındaydı?
— Daha 250 yaşına yeni girmişti…
Hazreti Nuh iç çekerek der ki:
— Ahir zaman ümmeti en fazla 90 ya da 100 yıl yaşayacak…
Kadın hayretle sorar:
— Bu kadar kısa ömür mü olur? Peki, onlar evler, köşkler yaptıracaklar mı?
Hazreti Nuh cevaplar:
— Evet, hem de büyük binalar…
Kadın başını sallar, gözleri dolu dolu:
— Ben olsam, bana verilmiş az bir ömür için çadırımın kazığının yerini bile değiştirmem…
İşte zaman böyle bir şey… İnsan, yüz yıl yaşayacağını bilse bile, o yüz yılı sanki hiç bitmeyecekmiş gibi yaşıyor. Büyük binalar yapıyor, kök saldığını zannediyor. Oysa dünya, içinde kalınacak bir yer değil; içinden geçilecek bir yol… Ama biz suçu yine dünyaya yüklüyoruz. Dünyanın değiştiğinden şikâyet ediyoruz.
Arthur Schopenhauer ne diyordu: “Değişim, değişmeyen tek şeydir.” Ama bazı şeyler de var ki, değiştiği zaman içimizi boşaltıyor. Mesela sadelik… Mesela paylaşılan bir tas çorba, gölgesinde dinlenilen bir ağaç, göz göze gelmenin kıymeti… Belki de özlediğimiz, geçmiş değil de geçmişteki insani değerlerdir.
Çünkü dünya…
Kimsenin tam mutlu olamadığı yer,
Hiçbir şeyin tam yoluna girmediği yer,
Ama herkesin umut bağladığı yer…
Bir rüya içinde rüya…
İmam-ı Rabbani Hazretleri şöyle der: “Dünya, seni Allah’tan uzaklaştıran her şeydir.” Bir köprüdür bu hayat; tamiriyle oyalanmak, yolculuğu unutturur. Misafiriz. Elimizdeki her nimet emanet… Misafirin gidişi kaçınılmazdır. Emanet ise bir gün geri alınacaktır.
Peki ya diyelim ki gönlünce yaşadın… Doya doya, isteyerek, özenle… Hatta yüz yıla yüz daha ekledin…
Sonu ne? Sonu yine bir ayrılık, yine bir vedadır. Dünya, sonsuzluğu olmayan bir yoldur. Kalıcı olan, bu yolculukta nasıl yürüdüğümüzdür. Kazanan; taşıdığı yük değil, taşıdığı değerle var olandır. Dünya nimetlerine aldanmayan, âhiret için yaşayan insandır.
Son söz mü? Dünya ev değil. Göçtüğümüz bir çadırdır. Bir gün sökülüp toplanacak. Ve geriye sadece nasıl yaşadığınız kalacak.
Ölümün başa geleceğini hiç unutmamalı. Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki: Herkes buna mahkûmdur ve herkes ölecektir. İnsan ölünce bir hiçtir. Mal, mülk, evlat ve başka neyi varsa, hepsi bir anda yok olur. Asıl hayat işte o gün başlayacaktır.
Değer mi bu kadar kısa ömürde azmaya, kudurmaya, hepsini bırakıp gideceğimiz malın mülkün peşinde koşmaya, bunların sevdasıyla ölmeye?