Anneler Günü…

Anneler günü yazımızı, (hoşgörünüze sığınarak) 1 hafta gecikmeli yazacağımızı geçen hafta dipnot olarak vermiştik. Yazımız rahmetli Hıncal Abiden, 40 yılı aşkın aralıksız okuduğum binlerce yazısından sadece birisi ama her okuduğumda aynı hüznü, aynı tadı aldığım, her defasında ilk defaymışçasına okuduğum bir “Hıncal abi” klasiği:

İşte bir Anneler Günü daha... Ve yazıyı biliyorsunuz artık. Hatta ezberlediniz belki. Bir Hıncal Uluç Klasiği... Ben yaşadıkça, annemi yaşatacak yazım, bir daha... Kim bilir kaçıncı defa. Suat Uluç'u çok erken kaybettik. O bize, biz ona doyamadık, ama kısacık ömründe dört evladını, "Biz" yapan o... Dünyanın en güzel, en muhteşem annesi o. Abarttım mı? Yapmayın... Sizinki de öyle değil mi? Tüm annelerin günü kutlu olsun. Bu güzel, bu anlamlı, bu duygu dolu günü icat ve tüm annelere armağan edenlere de teşekkür!..  

Sene 1966 Mart ayı Muhabere Yedek Subay Okulu'nda öğrencilik dönemim bitmek üzere. Günlerden çarşamba, ertesi gün kura çekeceğiz. 1.5 yıl görev yapacağımız yeri belirlemek üzere. Eve geldim, annem odasında hüngür hüngür ağlıyor. Odasından zaten haftalardır çıkmıyor. Her gün vücudunun bir başka organına yayılan bir hastalığı var. Kanser. Günleri sayılı... Gerçeği babam biliyor. Bir gece ağlayarak bana anlattı, ben biliyorum. "Hayrola anne" dedim. Babamla tartışmışlar. Babam asker... Askerdi... Şimdi milletvekili. Genelkurmay Başkanı sınıf arkadaşı. Kara Kuvvetleri Komutanı da öyle. Bir telefonu yeterli, benim Ankara'da kalmam için. Annem yalvarmış... Babam "Herkesin oğlu nasıl giderse, senin oğlun da gider... Bu vatanın iyi yeri kötü yeri olmaz" demiş, çarpmış kapıyı çıkmış gitmiş. Annem kaderini bilmiyor, ama hissediyor olmalı ki, beni ille de yanında istiyor. Ne dediysem kesemedim ağlamasını. Sonunda "Bak anne" dedim. "Bu kadar çok mu istiyorsun Ankara'da kalmamı?" Sarıldı boynuma. Dakikalarca öyle kaldık... Kulağına "Merak etme anne" dedim. "Madem sen bu kadar istiyorsun, ben de Ankara'yı çekeceğim... Sen bu gece dua et yalnız!.." Ertesi gün kurayı yönetecek ekip geldi. Numaralarımız okunuyor. Gidip çekiyoruz. Yüksük gibi bir şey. Açılıyor, içinden tayin yeriniz çıkıyor. İnanılmaz bir duygu var içimde. Hiç heyecanlı değilim. Ankara'yı çekeceğimden eminim çünkü... Bu nasıl bir inançtır, bugün hâlâ izah edemem... Bir yüksük kaptım. Personel Albay'a uzattım "İçinde Ankara yazıyor albayım" dedim, daha açmadan. Birkaç saniye sonra mikrofonda yüksek sesle okudu. "Muhabere Okulu Komutanlığı Emrine... Ankara!.." Annem heyecanla bekliyordu evde, yatağında oturmuş... Elindeki upuzun tespihi ile... Mutluluk gözlerinde nasıl ışıldıyordu bilemezsiniz... Belki de son mutluluğu. Annem ertesi gün öldü...44 yaşındaydı...”

19 Mayıs…

“Yollar vardır, meçhulün önümüze serdiği çizgilerdir. Bu yollarda yolcu, talihinin tezgâhında kendi kaderini dokur. Mustafa Kemal’in Samsun’da başlayıp Erzurum’a Sivas’a çıkan ve sonra Ankara’ya, İzmir’e ulaşan yolculuğu da böyle bir yolculuktu. Bu yollarda o, talihiyle boğuştu. Kaderini dokudu ve onun kaderi, bizim de kaderimiz oldu.” Üstat Şevket Süreyya Aydemir “Tek Adam” kitabı 2. cildine bu satırlarla başlar ve devam eder; “Mustafa Kemal’in en tedirgin günleri, İstanbul’dan Samsun’a kadar süren deniz yolculuğu olsa gerektirir. Onu İstanbul’dan Sinop’a tehlikeler içinde ulaştıran Bandırma Vapuruna, Sinop’tan tekrar, ama istemeyerek binmiştir. Çünkü karadan Sinop’tan Samsun’a gidebilmek için ne yol, ne vasıta vardır. Vapur Samsun’a varabildiği zaman, hem tehlikeler arkada kalmış, hem fırtınalı deniz yatışmıştı. Bindiği kayıktan Anadolu karasına o zamanki dar, uzunca “iskele dilinde”, 19 Mayıs 1919 sabah 7’de, puslu bir havada ayakbastı. O sırada Mustafa Kemal 38 yaşındaydı. 15 Mayıs’ta “eteklikli İskoç askerlerini” Taksim meydanında gördüğü zaman, kendi kendine: “Birkaç gün daha müsaade, Anadolu’ya bir geçeyim” demişti. İşte Anadolu’daydı, her ne kadar Samsun ve civarında İngiliz askerleri ve casusları cirit atsa da, O “Anadolu insanının” ferasetine güveniyordu…”

19 Mayıs 1919 gününün puslu sabahında “Anadolu anakarasına” adımlarını atan o yiğit insanları, başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, saygıyla, minnetle, şükranla anıyoruz. O Bandırma Vapurundan inenlerin nerdeyse tamamı İstanbul’da kalsalar “bir eli yağda, bir eli balda” yaşayabilecek durumda idiler. Ama onlar  “Vatan varsa gerisi teferruattır” ilkesini şiar edinmiş kahramanlardı, zoru tercih ettiler, vatanımızı bize hediye ettiler. Bayramımız kutlu olsun. Büyük Atatürk’ün ifadesi ile “Ne Mutlu Türk’üm Diyene!”

Dipnot: Belediye Başkanı Sn. Âdem Uzun Bey’e çağrımızdır; Ayyıldız Camisi’ne Halk otobüsü ile gitmenin “meşakkatini” daha önce yine bu sütunda dile getirmeye çalışmıştık. Sıkıntının aynı şekilde devam ettiğini, otobüsten inen insanın camiye varabilmek için en az 1 km (yokuş yukarı) yol yürümek zorunda kaldığını yinelemek durumundayız. Bilgi bizden, ilgi sizden!

NOT 1: Osman Nevres’in yaptığını çoğumuz bilir, ancak adını pek bilmeyiz! 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal eden Yunan birliğine (oracıkta şehit olma pahasına) ilk kurşunu atarak Dünyanın en haklı ve en onurlu “Kurtuluş Savaşı’nın” sembolü olduğunu bilmemiz yeterli. Bilinen adıyla Hasan Tahsin’i saygıyla anıyoruz, ruhu şâd olsun

NOT 2: Süleyman Fethi Bey; “Üsküdarlı Fethi” diye de bilinen kahraman Türk subayı o, aynı Hasan Tahsin gibi 15 Mayıs 1919’da “Yunan işgaline” şehadet pahasına direnen bir vatansever. Saygıyla, rahmetle anıyoruz. Ruhu şad olsun…
 

NOT 3: Ziya Paşa; Esas adı itibarı ile Abdül Hamid Ziyaeddin, Tanzimat devrinin büyük devlet adamı ve aydını. 54 yıllık ömre sığdırılmış, her biri birinden meşakkatli görevler… “Milyonla çalan mesned-i izzette ser efraz, birkaç kuruşu mürtekibin cây-ı kürektir” derken sanki “zaman tünelinden” bu günleri gören bir münevver. 17 Mayıs 144. vefat yıldönümünde rahmetle anıyoruz, ruhu şâd olsun…

NOT 4: Prof. Türkân Saylan; kurucusu olduğu ÇYDD (Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği) ile binlerce “Kardelen’e” eğitim imkânı veren, bilime ve insanlığa adanmış bir yaşam. Ahir ömründe, hastalığının en ağır devresinde hak etmediği “itilip kakılmalara” uğramış değerli bir bilim insanı. 18 Mayıs vefatının 15. yıldönümü; saygıyla anıyoruz, ruhu şâd olsun…

NOT 5: Erkan Yolaç; TRT’nin “Siyah-Beyazlı” yıllarının müthiş eğlenceli ve bir o kadar başarılı bir sunucusuydu, batılıların “showman” diye tabir ettikleri türün ülkemizdeki belki de ilk örneğiydi. Uzun yıllar devam eden “Evet- Hayır” programı “Stüdyo Pazar” içinde yer alır ve milyonları ekrana kilitlerdi adeta. 17 Mayıs akşamüzeri acı haberini aldık maalesef. Güle güle Erkan Yolaç, mekânın cennet olsun…

FİLM: Arabistanlı Lawrence. Yönetmen: David Lean. Başrollerde: Peter O’Toole, Omar Sharif, Anthony Quinn  Yapım Yılı: 1962

Aldığı ödüller bir yana, Arapların İngilizlerin ferasetiyle kandırılarak Osmanlı’ya karşı kışkırtıldığının adeta belgesi niteliğinde, ibretle seyredilecek bir film…

 

ROMAN: Tek Adam – Şevket Süreyya Aydemir.

Daha önce de (naçizane) tavsiye ettiğimiz bir klasik. 1.Dünya savaşı öncesinden, rahmetli Atatürk’ün vefatına kadar olan bir devri “milim milim” anlatan bir edebiyat şaheseri, 19 Mayıs’ın yıldönümü vesilesiyle bir kez daha önerimizdir…

ŞİİR: Çeşmi Siyahım –Büyük ozan Âşık Mahsuni Şerif (17 Mayıs 22. vefat yıldönümü anısına saygıyla…)

İşte gidiyorum çeşmi siyahım
Önümüze dağlar sıralansa da
Sermayem derdimdir servetim ahım
Karardıkça bahtım karalansa da

 

Haydi, dolaşalım yüce dağlarda
Dost beni bıraktı ah ile zarda
Ötmek istiyorum viran bağlarda
Ayağıma cennet kiralansa da

 

Bağladım canımı zülfün teline
Sen beni bıraktın elin diline
Güldün Mahsuni’nin berbat haline
Mervan'ın elinde parelense de

YANLIŞ: İşbirliği

DOĞRU: İş birliği

GÜNÜN SÖZÜ: “Hayatın bana öğrettiği her şeyi sadece üç sözcükle özetleyebilirim; her şey geçer.” Robert Frost

OYUN: “Oyunun sonunda oyundan başka hiçbir şey sona ermez.” Adam Philips

ARZUHAL: ”İçimde âşık olmak arzusunun tadı var/taze mayhoş bir yemiş tadı gibi.” Nazım Hikmet Ran/Metis

NORMAL-ANORMAL: “Norm diye bir şey yoktur. Bütün insanlar var olmayan bir kuralın istisnalarıdır.” Fernando Pessoa/ Metis

İNSAN ÜZERİNE: “İnsan kendisi için bile şeffaf değildir.” Byung-Chul Han/Metis

ÜTOPYA: “Ütopyanın kapısını hayalperestler açar.” Metis

RÜYA: “Büyüyünce oğlum tâcir olacak/Şu talihsiz yurda âmir olacak/Cebi sarı altınlarla dolacak/Çalış oğlum, tâcir ol ninni/Memur olma âmir ol ninni/Ticaretle kurtulacak memleket/Kâinata nam verecek bu devlet/Yaşar mı hiç ticaretsiz bir millet?/Çalış oğlum, tâcir ol ninni/Memur olma âmir ol ninni .” Çocuk Dünyası Dergisi/6 Ağustos 1914

YALAN: “Birazcık gerçek, yalanın yutulmasını kolaylaştırır.” İtalyan atasözü

DELİ: “Kafam cam kırıklarıyla dolu doktor. Bu nedenle beynimin her hareketinde düşüncelerim acıyor, anlıyor musun? Oğuz Atay/ Tehlikeli Oyunlar

HAYAT-MEMAT: “Kimi kanla besleniyor kelimelerin/Kimi kelimeler paslı/Ne kadar kafiyesi varsa hayatın/Hepsi de ölümle cinaslı.” İsmail Uyaroğlu/Metis

ŞADİ-İ ŞİRAZİ’DEN: Vefa denilen şey bu dünyada ya hiç yoktur, kuru bir söz ve boş laftan ibarettir yahut artık bu zamanda vefalı insan kalmamıştır. Benden ok atmayı öğrenen bir şahsın sonunda okunu atmak için beni nişan almadığı hiç görülmemiştir.

TEBESSÜM: Horoz Tilki’ye; “Tilki kardeş, ben Hacca gidip gelene kadar kümese göz-kulak olabilir misin?” diye sorar. Tilki cevap verir: Gülmekten konuşamıyor ki!..  Yeni tasarruf tedbirleri açıklanınca birden aklıma geldi!..