Bu sene yeniden bir kitap hazırlığımız oldu, yatılı okul hayatımdan, engellilikten, körler okulları ve kaynaştırma okullarından bahsederek, geçmiş dönemlere ışık tutacak bir çalışma yapmayı hedeflemiştik. Nihayet aklımıza gelenleri yazdık ve Prof. Dr. Sayın Recep TOPARLI Hocamıza kontrolü ve basımı için teslim ettik. Hocamız olmasaydı, belki birçok şeyi hayal edip, yazıp, bir köşede tutacaktık. Rabbim kendisinden razı olsun.

Eseri kaleme aldıktan sonra aklımıza yazacak birçok anı ve hikâye geldiyse de Recep Hocam tamam deyince bıraktık. İnşallah daha sonraki dönemlere kalsın. Her şeyi bir anda tüketmeyelim, diye düşündük.

Geçen günlerde radyo frekansları arasında gezinirken, kanalların birinde dinleyicilerden birinin sunucuyu arayıp; “Hocam bir ineğimiz var çok hasta, dinleyenlerden dua etmelerini rica ediyorum”. dediğine şahit olunca duygulandım ve beni bir düşünce aldı, tekrar anılara döndük.

Notlarımın arasında bir gazetede Yusuf Ziya Adıdeğmez ismiyle yazı yazmış olan, Sivaslı bir yazarımızın hatırasına da denk geldim. Sıcak Çermik yakınlarındaki köyde, bir inek kuyuya düşüyor. Herkes kuyunun başında toplanıp, ineği düştüğü kuyudan kurtarmaya çalışsa da başarılı olamıyor. Ve ineğin sahibi tarafından bir ağıt yükseliyor; “Babam öleydi sarı öküz, babam öleydi sarı öküz.”

Çocukluğumda Ereğli de bizim de birkaç ineğimiz vardı. Buzağılayan ineklere isim koyar, adlarıyla çağırır, onları severdim. Hatta Şakir ismini koyduğum danamızı otlatmaya götürdüğümde, su kanalına düşürmüş ve çok korkmuştum. Kanalda suyun az olmasından dolayı, abimin desteği, çevrenin yardımıyla Şakir’i kurtarmıştık. Evde kimse olmayınca annemle beraber ineğin doğumuna yardım edip, ilk anlarına tanık oluveriyordum. İneğimiz hasta olunca, iyileşmesi için çocuk yüreğimizle ağlayarak dualar ediyordum. Çünkü ineğimizin sütü benim eğitim almam için çok önemliydi, geçim kaynaklarımızdan birisiydi. Sütü mandıraya verir, mandıra sahiplerinden para alırdık. Uzmanlar tavsiye etmese de ineğin ağuz dediğimiz ilk sütünü çok sever, ineğin buzağılaması benim tatilime denk gelsin de memleketime gelince yiyebilsem diye temennide bulunurdum. Denk gelmese de komşulardan annem alır, yine de kendimi şanslı sayardım.

Küçükbaş hayvanlar, koyun, keçinin ölümü inek kadar insanı üzmüyordu. Çünkü bir ineğin fiyatı, küçükbaş hayvanlarla kıyas bile edilemiyordu.

Bir keresinde atımız ölmüştü de evimizden birisi vefat etmiş gibi üzülmüştüm.

Şu anda eskiye nazaran bolluk içindeyiz çok şükür. Yatılı okul okuduğum dönemlerde, tabağımıza az zeytin koyarlar, zeytin bitmesin diye, üç parça da ekmekle beraber ısırırdım. Evimizde sucuklu yumurta yapıldığı zaman, kokusu, tadı bile başka gelirdi. Şu anda kahvaltıda yediğimiz beyaz peynir tadını aramak için bile farklı markaları denediğim olmuştur. Ancak eski tatları ve kokuları bulamıyoruz maalesef. Geçmişte her şey kıymetliydi, insanlara ve eşyalara değer verilirdi. Ekmekler ve yiyecekleri pek fazla çöpte bulamazdınız. Annelerimiz, eskilerden yeni şeyler elde ederlerdi. Ahırlarımız modern değildi. Şimdi birçok yeniliği bir arada bulabiliyoruz.

Acaba bu dönemde kamyonu veya traktörü pert olan bir köylü, “babam öleydi kırmızı kamyonum” diyebilir mi hâlâ?